Ana içeriğe atla

Nazım, Prag, Havana

İstediğim iş olmaz mı Mefistofoles?
Yoksa bu lime lime ruhum satın almaya değmez mi?
Prag'da ay doğuyor limon sarısı
Faust'un evi önünde duruyorum,
Çalıyorum açılmaz kapıyı gece yarısı...

Prag, Prag, Ahhhhh Prag! Nam-ı diğer "Masallar Şehri", "Şehirlerin Anası", "Altın Şehir", "Avrupa'nın Kalbi". 

Her daim sokaklarında kaybolunası karamsar şehir. Karamsarlığın duvarlarının karalığından mı, sarıp sarmalayan kara bulutlardan mı, akan kara nehirinden mi, tepeden aşağı bakan gotik Gargoyles tarzı heykellerden mi, bilemedim, ama seni Evanescence`in Amy Lee`sini sever gibi sevdim. 

Nostaljik kafeleri, edebiyat eseri gibi narince işlenmiş gotik mimarisi, sıcak şarabı, ve sudan ucuz birası ile zaman kavramının mağaravari yeraltı barlarında anlamını yitirdiği, ekonomik yollu bir kaçış noktası Çek Cumhuriyeti'nin başkenti ve en büyük şehri Prag. 

Bu okuyacağınız yazı, 2013 yılının Nazım Hikmet'in 50. ölüm yıldönümü olması nedeniyle onu anmak için başlamış bir yazı dizisinin ilk bölümü ve Nazım, Prag, Havana (Che Guevara, Fidel Castro) üçgeni içinde bağlantıları ele alıyor.


Tramvayda ilerlerken sokakta Kalinka çalıyor. Şarl Meydanı'nda (Charles Square) iniyoruz, güneye doğru yürüyoruz. Karşımızda sıra sıra binalar. Turuncu gri tonlarında, köşebaşında efsanevi doktor Faust’un evi olarak bilinen ev... (Haritada Yeri) Dr.Faust halbuki hiç ziyaret bile etmemiştir Prag`ı.

Dr.Georg Faust, gerçekten Almanya sınırları içinde bulunan Wittenberg, Erfurt, Ingolstadt, Nürnberg ve Bamberg şehirlerinde 1500`lü yıllarda yaşamış ve astroloji, tıp ve simya bilimlerinde öğrenim görmüş biridir. Bulunduğu her şehirden ruh çağırmak, gaipten haberler vermek, karabüyüler yazmak gibi sebelerden dolayı kovulur. 

"Dr. Faust" Goethe sayesinde bugünkü kimliğine kavuşur ve Goethe ile adeta özdeşleşir. 1772`de Goethe 20`li yaşlarında "Urfaust" adıyla başladığı oyuna kendisi tarafından yapılan son düzeltmeler ile bugünkü halini 1829`da verir. Ortaya çıkan iki bölümlük kitap, Faust 1, "Faust. Der Tragödie erster Teil" ve Faust 2 "Faust. Der Tragödie zweiter Teil" olarak edebiyat tarihine geçer.

Prag'da kırmızı tramvay

Dr.Faust imgesi ve ona atfedilen insanüstü efsaneler Goethe`den önce ilk olarak 16. Yüzyılda “Volksbuch” adıyla basılan kitapta ve sonrasında Gotthold Ephraim Lessing, Cristian Dietrich Grabbe, Thomas Mann gibi yazarlar tarafından işlenmiştir.

Efsaneye göre Dr.Faust günün birinde ruhuhu kanıyla imzaladığı belgeyle Şeytana teslim eder, buna karşılık Faust dünyevi arzuları yerine getirlen bir ruh olacak ve Şeytanın hizmetçisi Mephistopheles Faust‘un emrinde olacaktır. Anlaşma sonrasında "Na Morani" bölgesindeki bu evin tavandaki delikten şeytan tarafından cehenneme çekilir. 

Aslında efsanenin Prag`da geçmesinin sebebi bu evden ötürü değil, evin bulunduğu bölgede 15. yüzyıldan beri yaşamış olan büyücülerden kaynaklanıyor. Şimdilerde ise bu bina Charles Üniversitesi Tıp Fakültesine ait. Dr.Faust'un evini kiralayanların hayatlarında hep sorunlar çıkmış ve hikayenin bedbahtlığından Goethe de etkilenmiş olsa gerek ki Faust`u tam olarak bitiremeden ne yazık ki bu diyardan ayrılmış.

Dr.Faust efsaneleri okadar abartılmışki bahsi geçen kitaplarda Dr. Faust`un Osmanlı İmparatorluğu ile de ilgili bir hikayesi bulunuyor. Faust karabüyü yaparak sarayın sisle kaplanmasını sağlıyor ve Kanuni Sultan Süleyman‘a kendisini peygamber olarak tanıtıp bir hafta boyunca haremde vakit geçiriyor ve her gece istediği bir hatunu yanına cağırdığı anlatılıyor. 


Nazım Hikmet 17 Haziran 1951`de evinden çıkarak İstanbul Boğazı'ndan Karadeniz'e açılıp Bulgaristan sahillerine çıkmayı amaçlarken, yolda rastladığı bir Rumen şilebiyle önce Romanya'ya ve oradan 21 Haziran 1951`de Moskova'ya geçiyor. Gelişmeler üzerine 25 Temmuz 1951'de, Demokrat Parti hükümeti tarafından Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye vatandaşlığından çıkarılıyor.

Nazım Hikmet 1956 sonlarında (3 Kasım 56) zatüre yüzünden Rusaya'dan ayrılıp o zamanki Çekoslavakya`ya tedavi için gidiyor ve dokuz aylik tedavi sürecinde (27 Temmuz 57`ye kadar), Prag sokaklarını arşınlarken Dr.Faust'un evinin önünden geçmiş ya da efsanevi hikayeyi Prag sokaklarında birilerinden duymuş olsa gerek ki, 1956'da yazdığı ve uzun süredir çektiği memleket hasretini anlattığı dizelerde İstanbul'a bir saatliğine gidebilmek için Dr.Faust gibi şeytana ruhunu bile satmaya razı olduğunu dile getirmiş.


Şarl meydanına doğru indim, yokuş aşağı
Orada, köşe başında, kliniğe bitişik...
Bahçe içinde, doktor Faust'un evi.
Kapıyı çalıyorum, doktor evde yok.

Malum,
İki yüz yıl kadar önce,
Tavandaki delikten,
Yine böyle bir gece, şeytan çekip almıştı onu.

Kapıyı çalıyorum,
Ben de bu evde senet vereceğim şeytana...
Ben de kanımla imzalarım senedi.
Ne altın istiyorum ondan,
Ne bilim, ne de gençlik...

Hasretlik canıma yetti.
Pes!
Beni İstanbul'a götürsün 1 saatlik.
Kapıyı çalıyorum,
Kapı açılmaz, açılmaz...
Neden?

İstediğim iş olmaz mı Mefistofoles?
Yoksa bu lime lime ruhum satın almaya değmez mi?
Prag'da ay doğuyor limon sarısı
Faust'un evi önünde duruyorum,
Çalıyorum açılmaz kapıyı gece yarısı...

Aynı yıl Ernesto Che Guevara Mexico City`de Fidel Castro dahil olmak üzere 28 yoldaşı ile tutuklu kaldığı tarihlere denk gelen 6 Temmuz 1956`da günlüğüne yazdığı satırlarında Nazım Hikmetin 1933`de Bursa Cezaevinde hapisken Piraya`ye hitaben "Karıma Mektup" şiirinden (Bu şiir ilk kez “Portreler, 1935” kitabında yer almıştır) bir alıntı yaptığını yazar Paco Ignacio “Guevara Also Known As CHE” kıtabında bahsettiği üzere çok net hatırlıyorum. (Konunun bu noktası yazı dizisinin ikinci bölümünde detaylı bir şekilde işleniyor)


Dr.Faust`un evinden Palackého Köprüsü'ne doğru ileledik, ordan da Masarykovo Caddesi'nden sağa dönüp Legii Köprüsü'ne yürüdük, hemen sol yanımızda Vltava Nehri ve karşı kıyısında 9. yüzyıldan kalma dünyanın en büyük antikçağdan kalma şatosu (Prag Castle) sürekli gözümüzün önünde. 

Kale içinde bulunan müzeleri, kuleleri, kafeleri, manastır, klise, katedral ve dükkanları gezmek için bir kaç saat ayırmanız gerekli. Adını 17. yüzyılda o bölgede yaşamış olan kuyumculardan alan renkli ahşap evler ve Arnavut kaldırımlı altın yol (Golden Lane) yürüyüş ve resim çekmek için oldukça güzel.

Legii Köprüsü'ne vardığımızda ileride görünen ihtişamlı köprü Şarl Köprüsü (Karluv Most / The Charles Bridge). Üzerinde Bohem Krallğının heykeltraşlarından otuz heykel bulunuyor, aslında burda sergilenenler orijinalleri de değil, gerçek heykeller 1965 yılinda Prag Ulusal Müzesine taşındı ve burada sergileniyor.

Narodni Caddesi ile Smetanovo`nun güney köşesinde heybetli bir bina, burası Prag Ulusal Tiyatrosu, aşınmış merdivenleri, oymalı giriş kapıları 150 yıllık. 

Bu bina birçok bale, tiyatro, opera gösterisine ev sahipliği yapmış ve halen aktif, tepesindeki azizlerin heykelleri yukarıdan bizi izliyor.

Prag`ın dört büyük sanat salonununda bale, opera, tiyatro, gibi gösterimlerin tarih ve saatlerini görmek isterseniz bu siteye göz atın ve Prag`a kadar gelip bu salonlarda bir sanat eserini izlemeden dönmeyin.

Ulusal Tiyatro'nun hemen karşısında Slavia Kafe yer alıyor. İçeri girdiğimizde her yer tıklım tıklım dolu, bir grup kalkıyor siyah piyanoya yakın ama (Smetanova`ya) ana caddeye bakan büyük camekanın önündeki masadan ve biz yerleşiyoruz. 

Yirmi dakika sonra ağarmış saçlı, orta yaşın üstündeki piyanist taburesinde yerini alıyor ve o ince parmakları ile çaldığı eserler bizi nostaljik bir film karesine sokuyor.


Burası şahane bir yer, Prag ile bağdaştırdığımız anılarımızı paylaşıp gülüyoruz, sıcak kırmızı şarap, kuklalar, arnavut kaldırımları...

Muhabbet duvarda resmi asılı olan Nazım Hikmet`e ve TİP`in, TKP`nin geçmişine dalıyor ordan Moskova, Havana, Varşova, Viyana muhabbetleri derken oturalı bir kaç saat olmuş olsa gerek ki, dışarda puslu hava kararmaya, şehrin ışıkları kendini göstermeye başlamış, sokaklar bizi bekliyor.


Pırağ’da bir yandan ağarıyor ortalık
Bir yandan da kar yağıyor
Sulu sepken 
Kurşuni
Pırağ’da ağır ağır aydınlanıyor barok;
Huzursuz, uzak
Ve yaldızlarında kararmış keder.
Ölen bir yıldızdan uçup gelen kuşlara benziyor.
Dördüncü Şarl Köprüsünde heykeller

(31 Kasım 1956)

Aslında Kafka`nın birazdan anlatacaklarımla hiç bir alakası yoktu, zaten bütün kitaplarını Çekçe degil Almanca yazması ve her köşe başında Kafka Kafe görmek garibime gitmişti, sadece Kafkasız Prag düşünelemez dediklerinden, ve belki de merak edersin diye paylaştım.

Nerde kalmıştık? “Bu da Serdar Akar'ın Gemide filminden hayatımıza katılmış, ve her muhabbete cuk diye oturan ne guzel bir replik degil mi?”

Evet. Önümüzden geçen tramvayları, falan filanı inip binen yolcularını, hemen ardındaki Vlata nehrini, ve Legii köprusünden geçenleri bir tablo gibi muhabbetimizin arka planında izliyoruz. Slavia Kafe'de ortam artık hafif loş, duman altı, bir yandan da kahvelerimizi yudumluyoruz.

1881`den günümüze ayakta kalan Slavia Kafe'nin duvarlarında bu kafeden yolu geçmiş, müdavimi olmuş yazarların, müzisyenlerin, tiyatro oyuncularının, şairlerin portreleri asılı, hepsi farklı birer karakter.

Kundera, Rilke, ve Nazım`ın şiirinde bahsettiği Nezval, buranın müdavimleri olduğundan bu kafe bir zamanlar edebiyatçıların kahvesi olarak bilinirmiş. Şair Jiří Kolář ve Jaroslav Seifert şiirlerine ilham bulup yazmış, aktör, şair Jiří Grossmann öykülerinin bazılarını burda yazmış, Viktor Oliva “Absinth Drinker” tablosunu yapmış şu karşıki masanın orda, şimdi duvarda asılı. 

Duvarda asılı olan bazı fotoğraflarda grup muhabbetlerinin kahkaha dolu kareleri ölümsüzleşmiş, insan bir “Play” tuşu arıyor basıp o anı yaşayabilmek için. 



Çek Cumhuriyeti`nin ilk Cumhurbaşkanı, Prag doğumlu, şair, tiyatro yazarı, düşünce adamı, siyasetçi Vaclav Havel burada enerji depolayıp ülkeyi yönetmiş 93 ten 2003`e kadar.

Nazım da Prag'da bulunduğu zamanlardan Nevzal e Orhan Veli`den bahsettigi bir şiiri.


Slavya Kahvesinde Şair Dostum Tavfer`le Yarenlik

Slavya kahvesinde oturan dostum Tavfer'le,
Vıltava suyuna karşı oturup,
tatlı tatlı yarenliği severim
hele sabahları hele baharda.

Hele sabahları hele baharda
Konuşurken dalar dalar gideriz
Bir yitirir bir buluruz birbirimizi.
Hele sabahları hele baharda.

Prag şehri yaldızlı bir dumandır
Ve kızıl, kocaman bir elma gibi.
Nezval geçer taze çıkmış kabrinden
param parça yüreği de elinde
ve Orhan Veli'yle karşılaşırlar
Urumeli Hisarından gelir o
ve telli kavağa benzer Orhanım
Yüreciği delik deşik onun da.

Biz de aynı loncadanız biliriz Tavfer
zanaatların en kanlısı şairlik
sırların sırrını öğrenmek için
yüreğini yiyeceksin, yedireceksin.

Pırağ şehri yaldızlı bir dumandır
Vıltava suyunun köpüklerine
martı kuşlarıyla gelir İstanbul...
Lejyonerler köprüsüne gidelim Tavfer 
martı kuşlarına ekmek verelim.

(Mayıs 1958)

Slavia Kafenin Nazım Hikmet`in de 1956-58 yılları arasında sürekli uğradığı kafe olduğundan bahsediyoruz, zaten bizi cezbeden özelliği daha çok buydu sanırım, kendi geçmişimizden bir kesit bulmak. Hangi masada hangi şiiri yazdı acaba diye düşünüyoruz. Bu masalar, manzara depresif, gotik ama bir o kadar dinamik bir ortamın. İlham verme potansiyeli oldukça yüksek.

Tedavi için kaldığı Çekoslavakya`dan sırasıyla Moskova, Bakü, Varşova, Paris, Leipzig gezileri sonrasında tekrar Moskova'ya geri dönüyor, bu geziler sırasında, bundan tam olarak 55 yıl önce 7 Mart 1958'de Masalların Masalı adlı şiirini Varşova'da sanki bir çınarın altında yazıyor.

Prag`ın büyülü dokusunu keşfetmek için Slavia Kafe`nin önünden 22 numaralı tramvaya binerek nehir boyunca turlayabilir, ya da Özgün'ün "Puslu Kuleler Kenti" yazısını okuyabilirsin.

Nazım yukardaki şiiri yazdıktan üç yıl sonra, 13 Mayıs 1961`de Havana`ya Küba bale takımı ile aynı uçağa binmeden önce, belki de bir kahve yudumlamıştır Slavia Kafe'de.

prag havana uçağı
küba bale takımını bekliyor
sosyalist şehirlerde dans ettiler altı ay
sıcak denizlerdeki adalardan çığlıklarla kalkan renkli kuşlardılar.

(Havana Röportajı 1961)

Buraya kadar aslında yazmak istediğim yazının sadece giriş bölümü.. Yazının devamı için buraya tıklayın


S.Gun,
Nisan 2013

Yorumlar

  1. çok güzel bir yazı olmuş, elinize sağlık.
    prağı sayın sunay akın ile birlikte gezme fırsatı bulmuştum
    cafe slavia'da oturmuştuk
    nazım'ın neden cafe slaviayı sevdiğini söylemişti bana
    kafede herp aynı masaya oturur ve oradan dışarı bakarmış
    dışarıda gördüğü manzara galata kulesini hatırlatırmış ona
    ruhu lime lime olmuş bir insan olarak kafe slavia'da istanbul hasretini gidermeye çalışırmış nazım...
    alper evrensel

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aç Kapıyı Melek, Ben Geldim

Mart ayında bir gün, bir Cuma günü. Saat öğleden sonra 4:30. Sabah hava sıcaklığı eksi otuz santigrat derece idi, şimdi ısındı biraz, yalnızca eksi on. Ah Ottawa, söyle yetmedi mi artık bu kış? İşten koşar adım çıkıyorum. Melek otoparkta beni bekliyor. Önce camları kaplamış olan buzu elimdeki uzun saplı plastik spatula ile bir güzel kazıyorum. Eğer dünyanın bu köşesinde yaşamayı hayal ediyorsa oralarda birileri, işte bu gerçeği de hayallerinin bir köşesine dahil etmeli. Zira spatulayla buz kazımak yemek yemek, su içmek gibi hayatın doğal bir parçası buralarda. Araçların camlarına yapışan kar taneleri buzlaşıyor, kaskatı kesiliyor. İşin yoksa her allahın günü kazı babam kazı.

Kanada Mühendisi'nin Yüzüğü

Mühendislik Yüzüğü  Kanada üniversitelerinin herhangi bir mühendislik dalından mezun olan öğrencilerin, özel bir seremoni eşliğinde taktıkları yüzüktür. Paslanmaz çelikten veya incelikle işlenmiş demirden yapılmış olan bu yüzükler; kalem tutan, imza attığınız, dominant elinizin serçe parmağına takılır ki, bir proje imzalarken, bir dizayn yaparken yüzeye ilk yüzük temas etsin ve çıkarttığı t ını  ile size hata yapma olasılığınızı ve mühendislik etikleri üstüne ettiğiniz yemininizi tekrar tekrar hatırlatsın.

İstanbullu Bir Turistin Gözünden Ottawa - 1

Selam, ben Emre, Ottawa'da hızlı geçen birinci haftamın sonunda gözlemlerimi bu yaz ı  ile hızlıca paylaştım,  sürç-i lisan ettiysem affola.  14 Haziran Salı:  Aktarmalı uzun bir yolculuk sonrası başkent  Ottawa'n ın ( İstanbul Atatürk Havalimanı ile karşılaştırıldığında)  k üçük  uluslararası "Ottawa MacDonald–Cartier" h avaalanına  indim, d ı ş ar ı  çıkar çıkmaz fırın sıcağı gibi bir hava ile karşılandım. Alandan  şehir merkezindeki eve giden yol bol yeşillikli ve sanki  tüm şehrin bir bahçıvanı varmış gibi yemyeşil, düzenli ve temiz göründü. Jetlag halinde arkadaşların güneş vuran salonlarında kedi gibi kıvrılıp uyudum ve dinlendim. 15 Haziran Çarşamba:   Şehir merkezinde kalıyorum. Öncelikle, başkentin göbeğinde bulunan, "Parliament Hill" olarak bilinen tepecik üstünde, Rideau Nehrine nazır gotic mimariye sahip "parlamento" yani meclis binasını gezmek için şehir merkezinden yürüyerek geçtim. Yol bo...

İstanbullu Bir Turistin Gözünden Ottawa - 2

17 Haziran Cuma: Chateau Laurier diye oldukça büyük bir otelin arkasında bulunan Majors Hill park mükemmel bir yer, öğlen yemeğini yine Bottega'dan alıp bu parka yürüdük.  Çimenlerin üzerinde bir ağaç gölgesine oturduk. Parkta hula hup çevirenler, frizbee oynayanlar çocuklarını çimenlere salıp onlarla beraber yuvarlananlar, kitap okuyanlar, yanlarında getirdikleri darbuka benzeri (djembe) enstrümanları çalanlar hepsi burada. Mutluluk tepesi olmuş burası.  Karşımızda Parlamento binasının arka cephesi görünüyor ve biraz aşağı doğru bakarsak Ottawa Nehri ve karşı kıyı Quebec eyaletinin Gatineau şehri.