Kafe Slavia’ya, tiyatro binasının olduğu caddeden değil, Vltava Nehri boyunca
uzanan Smetanovo Caddesi'nden ulaştım. Köşeyi dönüp kapıyı bir çırpıda açtım.
Tam karşıdaki, cam kenarındaki masaya baktım. Orada değildiniz. Garsonlardan
birine sizi sordum, “Nazım Hikmet’i biliyor musunuz?” dedim. “Evet” dedi.
Duvardaki siyah beyaz fotoğrafınızı işaret etti. Belli ki artık orada
değildiniz. Cam kenarındaki masaya oturdum, sizin de defalarca yaptığınız gibi,
uzun uzun Vltava Nehri’ne baktım. Aklımdaki tüm dizeleri unuttum.
Prag bugüne kadar gördüğüm tüm kentler arasında beni en çok etkileyenlerden
biri. Bozulmamış tarihi binaların arasında gezerken, insan sanki zaman
makinesine binip farklı bir zamana ulaştığını düşünüyor. Bunu bir de İtalya’da,
Siena’da gezerken hissetmiştim. Gerçi Siena’da hissettiğim çok daha gerçekçi
bir duyguydu çünkü orada Prag’daki gibi dört bir yanı sarıp kuşatan meraklı bir
turist kalabalığı yoktu. Belki de Prag’ı kışın ziyaret etmek gerek, o zaman
daha kolay baş başa kalınabilir kentle...
Nazım Hikmet’in 1956 ile 1958 yılları arasında Prag’da yaşamış olması, kentin
değerini oldukça arttırıyor benim için. Onunla daha kolay bağ kurmamı sağlıyor,
kendimden (ne haddime) bir şeyler bulma arzusunu yaratıyor. Neler yapmış burada
Nazım Hikmet? Nerede yaşamış? Nerelere gitmiş, kimlerle konuşmuş? Hangi
sinemayı, hangi caddeyi, hangi binayı sevmiş, hangilerini sevmemiş? Onun
izinden gitme ve kenti onun gözünden görme isteği, sayıları milyonlara varan
turist kalabalığının içinden bir anda çekip çıkarıyor beni..
..
Şair memleketten uzak,
Eski kentte duruyordu.
Meydanlıkta yapayalnız
Gotik duvar üstünde
Hanuş Usta'nın saati
On ikiyi vuruyordu.
Nazım Hikmet
Prag’da Nazım Hikmet’in zamanında oturup Vltava Nehri’ne baktığı Slavia Kafe, Betlemska ile Smetanovo Caddeleri'nin kesiştiği yerde, Legii Köprüsü’nün hemen önünde. Binanın nehre bakan tarafında üzerinde “Slavia Kafe 1881’den beri burada hizmet vermektedir” yazan bu oldukça ilginç tabela yer alıyor.
Fotoğrafı çektikten sonra orada öylece durmuş kafenin tarihini düşünürken,
gözüme FAMU’nun tabelası çarptı. FAMU, dünyanın en prestijli film okullarından
biri. 2003 yılında bir yıllık eğitim almak için başvurmuş ve kabul edilmiştim.
Ama daha sonra Kanada’ya gelmeyi ve burada eğitim almayı tercih ettiğim için
FAMU maceram başlamadan bitmişti. Prag’a gezmeye gelirken aklımın bir köşesinde
hep o soru vardı: “Ya buraya gelseydim ne olurdu?” Ne olacak, bu sokakların, kulelerin, binaların, kafelerin hep bir
anlamı olurdu bende! Oysa şimdi nasıl da meraklı gözlerle bakıyordum etrafa, tıpkı
şu yanımdaki Japon turist gibi..
Prag'da söz edilmeyi hak eden daha yüzlerce hatta binlerce şey var elbette.
Hanuş Usta'nın saatini, Karl Köprüsü'nü süsleyen heykellerin dünyaya
yüzyıllardır anlatmaya çalıştığı öyküleri, Paris Bulvarı'ndaki ağaçların
güzelliğini, Çehov Köprüsü'nün masalını ve daha pek çok şeyi rehber kitaplara
bırakıyorum. Ben size kuklalardan söz edeceğim!
Prag'ı ziyaret etmeden önce bilmiyordum; kukla tiyatrosu 17. yüzyıldan bu yana Çek gelenekleri arasında
önemli bir yer teşkil ediyormuş. O yıllarda ülkeyi turne amaçlı ziyaret eden
İngiliz, Alman ve İtalyan kukla tiyatroları Çek halkında öyle bir etki yaratmış
ki, kuklaları hepsinden çok benimsemiş ve geliştirmişler. Ülkenin bu tiyatro
türü ile tanışmasının ardından öyle bir zaman gelmiş ki, Çek topraklarında
yaşayan tek tiyatro türü kukla tiyatrosu olmuş. Kukla yapma ve oynatma sanatı
babadan oğula geçerek yüzyıllar boyunca devam etmiş.
Şehri gezerken, meşhur Karl Köprüsü'nün hemen altındaki dar sokakta (Saska
Sokağı) iki tane kukla dükkanı çarptı gözüme. Hemen içeri girip tavana asılmış
birbirinden renkli kuklaları incelemeye koyuldum. Kuklalardan kiminin altında
"Kukla" yazdığını fark edince dükkanın sahibine bunun anlamını sordum.
Rusça, Yunanca ve Arnavutça'da "kukla" sözcüğünün "oyuncak
bebek" anlamında kullanıldığını biliyordum, Çekçe de de benzer bir anlamı
olduğunu düşündüm. Ama yanılmışım. Orada yazılı olan "Kukla" , o
kuklayı yapan kişinin ismiymiş meğer...
Puslu kent Prag'ı renklendiren şeylerden biri de, elbette oyuncak müzesi. Girip
gezme olanağım olmadı, ama en azından önünden geçerken aşağıdaki fotoğrafı çekebildim!
Prag Kalesi'nin arka tarafında bir sokakta karşıma çıkan müze, dünyanın en
büyük ikinci oyuncak müzesi. Sunay Akın'ın tamamen kendi olanaklarıyla
Göztepe'de açtığı ve işlettiği oyuncak müzesine her uğrayışımda ilk kez gitmiş
gibi şaşırıyorum. Bu yüzden Prag'daki müzeyi gezememiş olmak büyük bir kayıp
benim için.
Prag deyince işte tüm bunlar gelecek artık benim aklıma. Bir de kibirli ve kaba
(muhtemelen turist akını nedeniyle oldukça şımarmış) Çekler, elbette. Ne zaman
birine bir şey sorsam azar yedim bu ülkede. Bu kaba davranış biçimini kısaca
eğitimsizliğe mi, yoksa bu kadar az tecrübeyle benim henüz çözemeyeceğim daha
derin nedenlere mi bağlamalı, bilemiyorum.
Prag'a yolum tekrar düşer mi bilmem. Düşerse mutlu olurum ama. Hele de
duvardaki tablodan fırlamış gibi duran soğuk, karlı ve puslu bir kış günü
düşerse... Ne güzel olur!
Nasıl güzel bir yazı olmuş bu böyle! Şimdilik başka yazılarınıza bakamasam da, bu üslubun izini elime kahve fincanını aldığım keyifli bir ana bırakıyorum. Prag'a gittiğimde Cafe Slavia'da oturup, Nazım Hikmet'i düşünüp, Vltava Nehrine dalıp gitmişliğim var:) Huzurun gezindiği, telaşsız, sakin cümlelerle güzel bir Prag yaşattınız bana:)
YanıtlaSilSevgiler
Cok tesekkur ederim Ozlem Hanim. Blogdaki diger yazilari da begenmeniz umidiyle. Sevgiler..
YanıtlaSil